RENK VER BANA

  • _DSC4986
  • _DSC4902
  • _DSC4911
  • _DSC4919
  • _DSC4923
  • _DSC4925
  • _DSC4933
  • _DSC4941
  • _DSC4944
  • _DSC4951
  • _DSC4952

Semiha Berksoy / Marguerite Bornhauser / Çınar Eslek

Küratör: Yekhan Pınarlıgil

Eğer ten gerçekten benliğin kabuğuysa, iç ve dış dünya arasında bir ara yüz ise ve hatta ten benliğin en derinine ulaşmak için dolaysız bir geçişse eğer, o zaman uğruna verilen savaşlar o kadar da beyhude değil sanki… Didier Anzieu ve çağdaşı bir çok düşünürün de dile getirdiği üzere ten ve tin arasında dolambaçsız bir ilişki var, ten benliğin oluşmasında belki de en büyük rolü oynayan araç, organ, daha da ötesi, ten duyusal bir ağ, benliğe bir örtü, bir zarf. Bir başlangıç, aynı zamanda bir hudut. Baş döndürücü bir kuvvetle alevlenmiş, karmaşık itkiler dünyasına açılan, aynı zamanda onu bir şekilde bir arada tutan son kontrol noktası.

Belki tam da bu sebeple, açık olsun koyu olsun, soluk olsun yanık olsun, uçsuz bucaksız bir kum denizi gibi düşünebileceğimiz bu tekdüze yüzeyde rastlanan her ufak pürüz başlı başına bir hikayeyi çağırır, bir hafıza yeridir, bir bilgi bankasıdır. Küçük ya da büyük her yara izi, sergilenen ya da gizlenen her dövme, yüze düşen en küçük bir gölge, göğüste bir leke, tene eklenen her renk bazen bir şiire, bazen bir romana, bazen karanlık sinema salonları için düşünülmüş bir festivale dönüşür. Ten filmin başladığı yerdir.

Serginin başlığını birbirini tamamlayan, hatta birbirinin devamı gibi kabul edebileceğimiz iki farklı şekilde düşünmemiz mümkün: Renk vermek, ilk akla geldiği gibi kendini belli etmek, niyetini, duruşunu, kendini göstermek, sergilemek. Saklı kalabilecek iken kalmamak, açığa çıkmak, hatta açık vermek. Ama bir yandan da renk ve vermek kelimelerini biraz zamanda aralayarak okuyacak olursak, ressamın paletine, videocunun piksellerine, fotoğrafın kırmızısına, siyahına, beyazına yani sanatın olmazsa olmazına işaret eden bir beklenti çağrıştırıyor, sanatçının temel hareketine gönderiyor zira renk vererek kendini açık ediyor sanatçı, renk vererek kendini var ediyor.

Sergiye katılan üç sanatçı, üç farklı açıdan ten ve renk ilişkisini sorguluyorlar. Çınar Eslek en derinimizdeki gölgeleri, umut ve korku gibi neredeyse ilkel denebilecek güdüleri sahneliyor; meta anlatıları nasıl da kolaylıkla içselleştirdiğimize hayret duyuyor. Marguerite Bornhauser bedenlerin yüzeyindeki renkli rüyaları, katman katman kurguları fotoğraflıyor, tene verilebilecek renklerin tende belirecek hisler, hassasiyetler kadar değişken, bazen gölgeli, bazen ahenkli, dramatik ama bir o kadar da hafif ve neşeli olabileceğine dikkat çekiyor. Semiha Berksoy’un eserleri sergide neredeyse bir totem konumundalar. Tinin tendeki dışavurumunun makyaj olabileceğini, gülüşün hemen üzerine kondurulan kıpkırmızının neşeyle atılan bir kahkahanın, içtenliğin, hafif ve kıvrak, ihtiraslı ya da coşkulu bir varoluşun simgesi olabileceğini söylüyorlar. Her üç sanatçı da, görmeye pek de alışık olmadığımız renkleri kullanarak, tenin normalleştirmeye direnmek için fethetmek gereken ilk cephe olduğunu fısıldıyorlar.

Yekhan Pınarlıgil (1975, Balıkesir). Sanat tarihçisi ve bağımsız kürator. 2004-2008 yılları arasında Paris Ulusal Sanat Tarihi Enstitüsü (INHA)’nde deneysel sinema ve video gösterimleri düzenledi. 2009 sonrasında farklı festival ve sanat merkezleri için hazırladığı programların yanı sıra, içlerinde “Etat d’âmes: une génération hors d’elle” (Paris Güzel Sanatlar Akademisi), “Turquie, et alors !” (Centre Pompidou), “Gizli Yüz” (Elipsis Gallery) ve Paris Fashion Week gibi sergilerin de bulunduğu birçok etkinlik gerçekleştirdi. Sergi ve etkinliklerin yani sıra Avrupa video sanat tarihi, çağdaş sanatta toplumsal cinsiyet ve küreselleşme bağlamında sanat sahneleri gibi sanat tarihi araştırma programlarına aktif olarak katıldı. Çalışmalarında sanatın eleştirel gücü ve toplum yapısı içerisinde teşkil ettiği yer üzerine düşünen Yekhan Pınarlıgil, topumun normalleştirme ve kontrol mekanizmalarına karşı sanatın ve sanatçıların getirdikleri çözümleri araştırıyor, sorguluyor. Yekhan Pınarlıgil Paris’de yaşıyor ve çalışıyor.

Semiha Berksoy (1910-2004, İstanbul). Türkiye’nin devlet sanatçısı ünvanını almış ilk kadın opera sanatçısıdır. İstanbul Konservatuarı ve Güzel Sanatlar Akademisi Namık İsmail Atölyesi Resim ve Tiyatro Okulu’ndan sonra eğitimine devlet bursu ile Almanya'da Berlin Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümü'nde devam eden Semiha Berksoy opera kariyerine 1934'te başlamıştır. Unutulmayacak bir çok rol arasında 1939'da Richard Strauss'un Ariadne Auf Naxos isimli operasındaki Ariadne ilk akla gelenlerden bir tanesidir. Carl Ebert'in yönetiminde Tosca ve Madame Butterfly operalarında, Deli Dolu ve Lüküs Hayat operetlerinde rol almıştır. 1999'da New York Lincoln Center'da Robert Wilson'ın The Days Before: Death, Destruction and Detroit III isimli operasında söylemiştir. Semiha Berksoy müzik kariyerinin yanı sıra resimleri ve özellikle renkli ve “dışavurumcu” portreleriyle de tanınır. Opera ve tiyatro hayatı tablolarına, desenlerine ve aynı şekilde çarşaf üzerine çizdiği sahnelere yansır. Sanatçının yapıtlarında neredeyse efsaneleşmiş oyunlarda karşısına çıkan kurgu kahraman dostlarına, çevresindeki sanat ve kültür insanlarına rastlanır. Bir başka ayrıcalıklı konusu oto-portrelerdir. Art brut’ü de hatırlatan keskin çizgilerle resmettiği yüzlerde sanatçı, iç dünyasının ifadelerini renklere yansıtır. Semiha Berksoy engellenemez bir üretim isteğinin, bir o kadar da canlı ve kuvvetli anlatının sembolüdür.

Marguerite Bornhauser (1989, Paris), farklı fotoğraf teknikleriyle gerçekleştirdiği çalışmalarını bazen belli bir motif, bazen edebi bir eser, bazen bir portre, bazen de bir kavram etrafında ancak her daim renkleri ön plana koyarak kurguluyor. Konusuna bazen aşırı derecede hatta mikroskopik denebilecek bir şekilde yaklaşıp detaylardan neredeyse soyut peyzajlar elde ediyor, bazen de bir “flaneur” edasıyla uzaklaşıp etrafında dönerek imgeden imgeye bir hikaye tasarlıyor. Fotoğraf odaklı araştırmalarının yanı sıra editoryal çalışmaları da aynı şekilde Marguerite Bornhauser’in renkleri kullanma becerisi ve isteğinin altını çiziyor. İlk kitabı “Plastic colors”, Mackbooks’un ilk kitaplar için açtığı yarışmada 2015’te finale kalıp, iki yıl sonra yine bu ödül desteğiyle basıldı. Bunu aynı yayınevinden çıkan “8” ve “Red Harvest” adlı fotoğraf kitapları izledi. Marguerite Bornhauser aynı zamanda foto muhabir, portretist ve moda fotoğrafçısı olarak ulusal ve uluslar arası basında da eserlerini yayınlıyor. Çalışmaları başta Paris’te Avrupa Fotoğraf Müzesi’nde, Cincinnati Sanat Müzesi için Cincinnati sehrinin sokaklarında, Fotoğraf Festivali kapsamında Arles’da, Planches Contact festivali çerçevesinde Deauville’de, Agnès B. galeride, Toulouse’da, Londra’da olmak üzere birçok farklı yerde gösterilmiştir. Sanatçı halen Paris’te yaşıyor ve çalışıyor. 

Çınar Eslek (1976, Tunceli). Tuval, fotoğraf, video ve yerleştirme gibi farklı medyalarla üreten Çınar Eslek, pek çok yapıtında hareket imkanları ile bedene, hareketin izlerine ve bunların mekanla olan diyaloglarına odaklanıyor. Bedenin oluş, eyleme ve maruz kalma kuvvetlerini deneyimlerinden yola çıkarak hem otobiyografik referanslarla hem metaforik anlamları içinde temsiliyet stratejilerini sorunsallaştırıyor. Sanatçı bedenin karmaşık maddesel bir var oluş olarak yaşa(n)ma, düşün(ül)me ve konumla(n)ma biçimlerindeki imkanlarını irdeliyor. İnorganik-organik, doğal-yapay, makina ve teknoloji gerilimlerinde bedeni bir fail olarak düşünüyor ve bedenlerin birbirleriyle olan etkileşimlerini sorguluyor. Çınar Eslek’in işleri kişisel ve karma bir çok farklı sergide yer aldı: “Koyaanisqatsi” (2016, PGArt, İstanbul), “Keskinlikten Uzak” (2013 Pi Artworks İstanbul), Bilsart’da Kevser Güler’in Küratörlüğünde “Etten, Kemikten” sergiye paralel olarak Zemin (Prolog) videosu, “Before The Past - After The Future” (2018, 6.Çanakkale Bienali), “The Animal Side”, (2018, Mixer Galeri, İstanbul) “Sınırlar ve Yörüngeler” (Siemens Art, 2009) ve “26. Günümüz Sanatçıları” (2008, Aksanat). Çınar Eslek İstanbul’da yaşıyor ve çalışıyor.

Comments are closed.